top of page
  • Writer's picturesbasar20034

Dudak Çizgisi

Yaşanmışlıkların yüzlerde ve özellikle gözlerde bıraktığı ize, toza, toprağa rağmen insanların ruhlarıyla konuşmak, görebilen kimseler için, hiç de zor değildir. Tıpkı Varoluşun dili gibi, ruhun dili de sessizliktir. Bu dil, bütün zerrelerin katıldığı bir görme, izleme ve sonra iç içe geçme; bir olma halidir. Gerçek yaratıcılar kendinde merkezlenerek hem görür hem de görünür hale gelirler. Bir Buda gibi çevrelerinde bir çekim alanı yaratırlar. Sıradan insanların etkileyicilik, aura ve karizma diye tarif ettiği şey, aslında sadece ve sadece özgürlüğe ya da öteki kıyıya ulaşabilmiş ruhun coşkusu, ışıltısıdır.


Seul'de bir arka sokakta, otel ile cafeler arasındaki bir sokakta, yağmur altında öpüşen iki genç Koreli
Seul'de Islak Bir Arka Sokak

Bu böyle olduğu için, Kemal Varol ile Roman Atölyesi’ne başladığımızda, ilk yaptığım şey Kemal Bey'in ruhuna bakmak oldu. Çocukluğumun buğday tarlalarından geçtim. Bütün bir yaz. Sonra oturdum, yamaçtaki badem bahçesini tepeden izledim. Baharlar geldi geçti. Yıldız sayısınca badem çiçeğinin neşesi, umudu, arzusu ve aynı anda kederi, hüznü, yalnızlığı içime doluştu. Zamansızlık büyüsünün tam ortasındaydım; o akşam yaz bahardan önceydi. Onun baharı benim baharım, yazı benim yazımdı. Gördüğüm badem çiçekleri hem onundu, hem benim.


İşte böyledir bir yaratıcının ruhunun dili.


Birkaç hafta sonra, odada başka yaratıcı var mı diye etrafıma baktım. Bir kadının sağ eli, masanın üstünde unuttuğu sol eline ürkekçe sarılmıştı. Ellerinde yalnızlık vardı. Gözlerim ellerinden kollarına kaydı. Kolları da yalnızlığın dilini biliyordu sadece. Belli belirsiz inip kalkan, sadece köpeklerin ve aşıkların hissedebileceği bir incelikle titreyen göğsü hiç gidilmemiş şehirlerle ve o şehirlerin yağmurlarında sevgiliye sokulmanın hayalleriyle doluydu. Gözlerimi biraz daha kaldırdım, yüzüne baktım. Hüzün vardı, sadece hüzün. O kısacık zamanda uzak bir yaratıcı yukarıdan seslendi:


“Hüzün ki en çok yakışandır bize”.


İçimdeki ustaya “eyvallah” dedim, hüzünlü yüze döndüm. Gözleri ellerindeydi. Elleri gibi küçük, elleri kadar sahipsizdi yüzü. Sabahın ışık bolluğunda, akşamın kızıllığında ya da gece mum ışığında ve bir göl kenarında, Seul’de bir otelin terasında ya da bir İtalyan restoranında usanmadan bakmak isteyeceğim bir yüzdü. Küçük ama dolgun dudaklarının kusursuz sınır çizgileri beni Seul’e, Four Seasons otelinin tente ile korunan arka bahçesine götürdü. Oturmuş, sigara içiyordum ve yağmur yağıyordu. Koreli iki genç sevgili sokağın tam ortasında, yağmur altında öpüşüyordu. Kız sevgilisinden epey kısaydı. Ayakkabılarının burnu üstünde yükselmiş, sevgilisinin dudaklarına ulaşmasını kolaylaştırıyordu. Gözleri kapalıydı ve yüzü gökyüzüne dönüktü. Yağmur damlaları onun pürüzsüz yüzünde sekerek dans ediyordu. Damlalar sırayla dudak çizgisinin tam ucuna konup çok kısa bir süre bekliyor, önce sevgilinin diline damağına oradan da kızın içine akarak ortak susuzluğu gideriyordu. Sırılsıklam aşıklar sokak ortasında ve ışıklar içinde o kutsal suyla yıkandıktan ve ayin bittikten sonra oturmakta olduğum terasta bir alkış tufanı koptu, ellerin şarkısı yağmurun şen şakraklığına karıştı. Uzaktan gök gürledi; Tanrı şükretti, bizi kutsadı. Karşımdaki kadının üst dudak çizgisinin tam ucuna döndüm, kısa bir süre bekledim. Sonra gözlerine baktım. Gözleri ellerindeydi hâlâ. İçimden “eyvallah” dedim.

44 views0 comments

Recent Posts

See All

Subscribe

Thanks for submitting!

bottom of page